5053873217 [email protected]

İLİŞKİDE 3 OK: “SÖYLE, YANSIT, DOKUN”

Kadın erkek ilişkileri geçmişten günümüze pek çok belirsizliği barındırmakta. Erkekler genelde kendilerinden istenileni yeterince yaptığını söylerken kadın kendisine ilgi gösterilmediğinden yakınır. Psikolojinin kurucularından sayılan S.Freud dahi 30 yıllık araştırmalarına rağmen yanıtlayamadığı bir soru olduğunu kabul etmiştir: “Kadın ne ister?”

 

 

 

 

 

 

Kadınlar yakın ilişki kurdukları ve partneri olarak seçtikleri erkekler tarafından anlaşılmak isterler. Bir erkeğin ve bir kadının ilişkilerinin arkadaşlıktan farklı olarak daha çok yakınlık kazanmasındaki neden, bireylerin kendilerini dinleyecek ve hem sıkıntılarını hem de sevinçli anlarını paylaşabilecek birini bulmuş olmalarıdır. Ancak; kadınlar ve erkekler zamanla birbirlerini anlayamaz hale gelebilmektedirler. Buradaki neden kadınların ve erkeklerin duygusal ifadelere yükledikleri anlamın farklı olmasıdır. Kadınların duygusal zeka seviyelerinin erkeklerden daha yüksek olduğu bilimsel araştırmalar doğrultusunda ortaya konmuştur. Bu da onların, duygu çeşitliliğine daha fazla sahip olduklarını ve olaylara daha duygusal yaklaştıklarını açıklamaktadır.

Araştırmalar göstermektedir ki;  kişilerarası ilişkilerde, sorumluluk duygusunu taşıma ve empati kurabilme alanında kadınlar erkeklere; özsaygı ve strese dayanıklılık alanlarında ise erkekler kadınlara oranla daha başarılı. Bu durum, erkek ve kadın beyninin farklı çalıştığının da bir göstergesi.

Erkek uzun bir süre önce çiçek almayı, çiçek aldım olarak görebilirken; kadın uzun bir süredir partnerimden çiçek almadım olarak görebilir. Yani; Erkek genelde sonuç odaklıyken kadın süreç odaklıdır. Ancak; ilişki bir etkileşimi ifade etmektedir. Başarılı bir ilişki için de değer verilen insanın değer verdiklerini önemsemek gerekir. Daha çok kadınlarda görülen “Duygularla yaşama” durumu nedeniyle olumlu duyguları dinamik tutabilmek adına birden fazla duyuya benzer zamanlarda hitap etmek gerekli.

Bu noktada 3 ok modelinden bahsetmek gerek: Söyle, Yansıt, Dokun.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Sık sık iltifat etmek, “Seni seviyorum”  sözünden sakınmamak gerekir. Bunlar, kulağa hitap eder.

Sevmek, soyuttur, sevgiyi somuta dökmek gerekir. Bunun için sevgi davranışlara yansımalıdır. Hediyeleşmek,  yemeğin birlikte hazırlanması, ev işlerinin eşler arasında paylaşılması, ortak faaliyetler yapılması, birlikte bir şeyler üretilmesi gibi etkinlikler sevginin davranışa dökülmesidir.

Dokunulmak ise güven duygusunu artırır. Özellikle, sırt bölgesi güven duygusu için merkezdir. Bebekler ağladığında annenin vereceği ilk tepki bebeği kucağına almaktır. Ten teması yakınlığı pekiştiricidir. Eşlerin el ele tutuşması, işe giderken birbirlerini öperek uğurlaması, omzuna dokunma gibi çabalar ilişkinin canlılığını korumada etkilidir ve birbirlerine dair yakınlığı pekiştirir.

Eros bir ok attı  ve birbirinizi buldunuz. Artık; “Söyle, Yansıt, Dokun”. Hepsini kararınca yapmak bir meziyet. Ancak; ilişki için ya hep ya hiç mantığından kaçınmak gerekir. Huzurlu ve dinamik bir ilişkiye sahip olma yolunda, 3 oktan birinin hedefe ulaşma olasılığı tek okun olasılığından yüksektir.

TARTIŞMADA SEN DEĞİL “BEN”

 

 

 

 

 

 

İkili ilişkilerde fikir ayrılığından doğan tartışma ortamı, kızışarak kavga boyutuna kadar ilerleyebilmekte. Bu süreçten itibaren de sorun, çözüme ulaşmaktan ziyade daha büyük bir sorunun temelini oluşturmakta.

 

Peki tarafların orta noktada buluşması için önemli olan nedir ?

Tartışmanın biçimini belirleyen, konuşulan konudan ziyade, ifade biçiminin karşı tarafa nasıl aktarıldığıdır. Bu hususta bilinmesi ve geliştirilmesi gereken en kritik konu iletişim yöntemleridir.

İletişim aşamasında kişi haklılığından taviz vermeden baskın konuma geçer ya da kendini savunucu bir biçimde duruş sergilerse karşı tarafta “Suçlu” imajının oluşması muhtemel olup, tartışmanın dozu artabilmektedir. Dolayısıyla, sorunlar ortaya konurken öncelikli yapılması gereken “Suçlama” davranışından uzak durularak konuşmanın konusu bu doğrultuda ortaya konmalıdır. Bu aşamada BEN ve SEN cümlelere dikkatle yerleştirilmelidir.

 

DUYGULARINIZI PAYLAŞIN !

 

Ben dili, çözüm odaklıyken, Sen dili sorun odaklıdır. Ben dili şimdiyi esas alırken, Sen dili genellemeye yönelir. Ben dili duygularla ifade edilirken, Sen dili davranışlarla eşleştirilir. Ben dili, bireysel ihtiyacı ortaya koyarken, sen dili karşı tarafın kişiliğini hedef alır. Ben dili işbirliği sağlarken, sen dili savunmaya iter.

Birkaç örnekle açıklayalım. Siz de cümleleri okurken neler hissettiğinize odaklanın ve buna benzer cümleleri bir başkasına kullanırken şimdi neler hissettiğinizi o an anımsayın.

SEN DİLİ:

“Bana hiç yardım etmiyorsun”

“Her zaman sözümü kesiyorsun”

“Bu davranışı hep yapıyorsun” …

BEN DİLİ:

“Böyle söyleyince üzülüyorum”

“Sözlerim yarım kalınca kızıyorum”

“Bu davranışın nedeniyle senin için endişelendiriyorum” …

 

Tartışma esnasında zihin çok gergin değil ise çözüme daha kısa zamanda ulaşmak için şu formülü kullanmak ikili arasında işbirliği oluşturacak; sıkıntıların ve isteklerin daha net anlaşılmasını sağlayacaktır:

SORUNUN KAYNAĞI – DUYGU – İHTİYACIN NEDENİ – NE İSTİYORUM ?

(Gürültü olduğu için – rahatsız oluyorum ve – işte çok yoruldum – dinlenmek istiyorum)

Ancak; bu ifade biçimi hem istenileni hem de sorunun nedenini net bir biçimde ortaya koymaktadır. Ancak; tartışma esnasında “olumsuz duyguların yoğunlaşması nedeniyle uzun bir cümle kurmak güç olabilir. Karşı tarafa duyguları iletmek de olumlu sonuç için fayda sağlayacaktır. Çünkü; duygular soyuttur ve siz onları ortaya koyduğunuzda farkındalık yaratacak, karşınızdakini çözüm için düşünmeye davet etmiş olacaksınız. Karşınızdakine duygularınızı bilmesi için izin verin.

“Duygu olmadan, karanlığı aydınlatamayız ve bitkinliği harekete çeviremeyiz.”

C.G. JUNG

ÇİZGİ FİLM ÇAĞI BİTİYOR MU ?

 

 

 

 

 

 

 

” Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) yaptığı araştırmaya göre, 6-10 yaş arasındaki çocukların yüzde 94’ü, televizyon programları arasında çizgi filmleri tercih ederken, bu oran 11-15 yaş aralığında yüzde 50’ye düşüyor. Dizi-film izleme oranı ise 6-10 yaş arasında yüzde 44 iken 11-15 yaş arasında yüzde 77’ye çıkıyor.”

Küreselleşen dünyada teknolojinin sürekli biçimde ilerlemesi ve ucuz pazar olanaklarının yaygınlaşması insan ilişkilerini doğrudan etkilemekte. Televizyonun her evde olmadığı zamanlarda televizyonun olduğu evde toplanılır, kalabalık bir ortam oluşturulurdu. İnsanların bir arada olduğu böyle bir ortamda da iletişimin olmaması mümkün değildi. Konunun ne olduğu önemli olmadan iletişime geçme isteğinin göstergesi olarak bir “Merhaba” dahi olsa konuşma gerçekleşiyordu.

Günümüzde ise, aile üyelerinin hemen hepsinin elinde bir telefon, kendine has bilgisayarı ya da televizyonu olduğu görmezden gelinemez. Özellikle; çocuklara tahsis edilmiş bilgisayar ya da televizyon , izlenmesi gereken/gerekmeyen programların ebeveynin kontrolünde olmasını güçleştirmekte.

ÜTOPİK DİZİLER CEZBEDİYOR

Dizilerin bir kısmı gerçek yaşamdan izler taşımamakta. Özellikle lise dönemlerini anlatan dizilerin 11-15 yaş arası bireylere cazip gelmesinin temel nedeni dönemsel. Birey yaklaşık 12-18 yaş aralığında kendi kimliğini kazanma aşamasındadır. Bu dönem ergenlik çağını ifade etmekle birlikte, kişi dış dünyaya daha açık haldedir. Dizilerdeki aşk, alışveriş, gruplaşmış arkadaş ilişkileri, yetişkinlere karşı cesur duruşlar ve kıyafetlerdeki özgür seçimler bu yaş grubunun dizilere ilgisini artırmakta. Bu ilgi doğrultusunda, gerçek yaşamda maddi kaynaklar ya da kurallar gereği gerçekleştirilemeyen arzular hayali olarak gerçekleştirilerek geçici bir rahatlama sağlanmakta.

AİLE ÜYELERİ DE ÇOK DİZİ İZLİYOR DEMEKTİR

Öğrenme sosyal bir süreçtir ve dikkati çeken insan sayısı arttıkça çevreyi taklit etme oranı da artmaktadır. Özellikle; 5-11 yaş arasında örnek alınan kişiyle özdeşim kurulmaya çalışılarak onun davranışlarına uygun davranışlar sergilenmeye çalışılır. Bu sebeple, 6-10 yaş arasındaki çocuklar kendileriyle yakından ilişkili olan ailelerinin yaptıklarına benzer davranışlar sergileyebilmekte. Akşam saatlerinde yayınlanan diziler ev halkı tarafından izleniyorsa, çocuğun da grup üyelerini model alması olası bir durumdur.

ÇOCUKLA BİRLİKTE AZ YA DA VERİMSİZ VAKİT GEÇİRİLİYOR OLDUĞUNUN İŞARETİ

Televizyon, çocukla ilgilenen kişiler için bir OYUNCAK gibi düşünülmektedir. Özellikle; dinlenmek, daha kolay iş yapmak vb. faktörlerden dolayı çocuğun televizyon izlemesi ebeveynler için boş vakit niteliğini taşıyabilmekte. Çizgi film saatlerinin ve günlerinin de kısıtlı olması, kumandanın çocukta olduğu zaman diliminde onu farklı programlara yönlendirebilmekte. Aile içi iletişime ayrılan zaman ve bu sürecin verimliliği artırıldıkça televizyona ve beraberindeki dizilere/programlara ilgi azalacaktır. Çocuk ev içerisinde kendisiyle ilgilenen kişinin ilgisini fark ettikçe daha çok ona zaman ayırmak isteyecektir.

YARATICILIĞIN KÖRELECEĞİNİ GÖSTERİR

Yaratıcılık, bir sağ beyin aktivitesi olup okul öncesinde daha aktifken otoriter tutum, eğitim sistemi, çocuk yetiştirmede toplumsal cinsiyet görevlerinin dışına çıkılmaması gibi çeşitli nedenlerle körelir. Ancak; hayal dünyası ve renklerin harmanlaşmış hali olan çizgi filmler yetişkinler tarafından mantık dışı olarak değerlendirilmekte ve bu durum çocuk tarafından incinmeye neden olmakta. Özellikle; ergenlik döneminde (yaklaşık 10-18 yaşlarında) kendini ispatlama çabası olarak tarif edilebilecek olan kişiliğini gösterme arzusunu taşıyan birey, yetişkinlik ve çocukluk arasında kalıp kendini yetişkinliğe daha yakın görmekte. Dolayısıyla, yetişkinlerin fikirlerini önemseyip o da çizgi filmlerin saçma olduğunu düşünmekte ve daha çok yetişkinlerin izlediği dizileri izlemekte. Bu durum, hayal dünyasının erken yaşta engellenmesine neden olmakta. Hayal dünyası küçüldükçe çok boyutlu düşünmeyi sağlayan yaratıcılığın körelmesi de muhtemel.

AİLE OLARAK;

Çocukla iletişim halinde durmak, ona model olmak, sıkıntılarına dikkat etmek, fikirlerine değer vermek, zamanı verimli biçimde birlikte geçirmek, beraber bir şeyler üretmek, onu sosyal aktivitelere yönlendirmek çocuğun bulunduğu gelişim dönemine uygun bir aşamadan geçmesine katkı sağlayacaktır.

“Haberleşme vasıtaları çoğalırken, insanlar ruhen birbiriyle haberleşemiyor.”

Rasim Özdenören

 

Ceren GELMEDİ

ONUN KOSKOCAMAN BİR YÜREĞİ VAR

Meryem Uzerli’nin Ayşe Arman’a verdiği röportajı okudum. Gözlerim doldu. Neler yaşamış ve o yaşananlar bizlere nasıl da çarpıtılarak yansıtılmış…

Bunlara tekrar değinecek değilim. Benim takıldığım nokta, hamileliği duyulduktan sonra- laf aramızda ben bu bebeğe çok sevindim- hemen herkesin Meryem’e yorumlarda bulunması. Kimisi iyi dileklerde bulunmuş kimisi ağzının ayarını unutup bence ağır sözler savurmuş… Ancak yorumlara baktığımızda kaç kişi bu bebeğin babasını muhatap alarak bir şey söylemiş ki? Neden önce Meryem’ e? Onun rahminde olduğu için mi? Neden sadece Meryem’e? Aldırıp aldırmamak onun kararıymış gibi göründüğü için mi?

Dramatik dizilerimizden birinde olsa baba adayı bu erkeğe baskı yapılır, hamile bırakıp gitmek olmaz oğul diyerek sevmediği biriyle evlendirilebilirdi bile. Şimdi ise Meryem hamileymiş, hamile kalmıştan öteye gidilmiyor. Pardon ama kendi kendine mi hamile kalmış? Madem sonrasında sorumluluk alamayacaksın öyleyse doğru dürüst korunsaydın derler adama. Bence burada sorgulanacak bir şey varsa, bu da bu bebeğin babasının davranışları olmalı.

Benimse şimdiye dek gördüklerimden anladığım en önemli şey şu: Meryem kendini genel olarak zayıf olarak nitelemiş ama bu zor zamanlarında bile bebeğinin ve yaşadıklarının arkasında durmaktan asla vazgeçmemiş. Üstelik pek çok sorununa neden olmuş kişiler ya da olaylar için bile sağduyulu konuşarak “her şeyin sebebi bunlar demem doğru olmaz” diyebilmiş. Oysa hele de acı çekerken en kolayıdır kötü şeylerin sebeplerini birilerine yüklemek… Demek ki neymiş? Bir kere daha görmüş olduk ki güç denen şey asıl parada ya da vücutta değil yürekteymiş. Helal olsun Meryem! Bebeğin senin gibi bir anneye sahip olduğu için çok şanslı ve eminim büyüdüğünde seninle gurur duyacak! Umarım her şey o güzel yüreğinin hak ettiği gibi olur.

 

Başak S.

DOĞA İÇİN ZAMAN AYIRIN !

Doğanın içinde yer alan, onu kullanan ve hayatı bittiğinde döngüsünü tamamlayabilmek için dahi ona, toprağa, ihtiyaç duyan biz insanların hayatta onca telaşı var ki; para kazanmak, çocuk büyütmek, sınavları kazanmak ve daha pek çokları…

 

 

 

 

 

 

Bu koşuşturma içerisinde de dinlenmeye ihtiyaç duyuyoruz çoğu zaman. Koca bir çalışma döneminde birkaç günlük tatilin hayalini kuruyoruz. Belki de unuttuğumuz nokta şu ki; fark etmeden ufak dinlenme es’lerimizi yanı başımızda doğa sayesinde gerçekleştiriyoruz.

İşte doğadan kopamadığımız anlar:

Hafta sonları piknik yapmak, mangal keyfini sürmek, yeşilliklerin üstünde oturmak, bazen de hamağa yatıp püfür püfür rüzgarı hissederek siesta yapmak doğayla bütünleşmenin yolu haline geliverir.

Yolculuk sırasında pencere kenarında oturmak bir ayrıcalıktır. Öyle ki, bilet alırken özel bir talepte bulunuruz: “Pencere kenarı olsun”. Dışarıda yemek yemeği dahi özel hissettiren masanın gördüğü manzaradır da, kimse kapmasın diye “Rezerve” yazısını kondurtuveririz. Sadece ağacı, denizi, yeşili, çiçeği, dağı, tepeyi görebilmek için…

Hele ki; satın alacağınız ev Güneş alıyorsa, üstüne üstlük bir de denize yakınsa fiyatı artar da artar. Fiyatın artmasında da haklılık payı yok değil. Güneş, doğanın bir parçası olarak öyle bir öneme sahip ki; ışınlarının gelişi azaldıkça depresyon için de risk o denli artmaktadır. Özellikle, sonbaharda ve kışta …

Sabahları kalkıp işe gitmek zor gelirken vapurda denize bakmak, martılara simit atmak ya da atanları izlemek anılara; hayallere götürür saniyeler içinde. Vapurdan inerken de nefes almışlığın canlılığı vardır içimizde; ruhumuzun tazelenmişliği.

Uzakta bir yerlerde tatile çıkma heyecanıyla yanıp tutuşurken de, doğanın derinini hissetme ihtiyacı duyuyoruz. Tekneyle denize açılmak farklılık haline gelirken, koca bir karasu yığının ayaklarımıza ineceğini bile bile tepelere çıkıp şehrin manzarasını yükseklerden görmek istiyoruz. İnsanın doğayla olan bağı, yadsınamadan da ticari hal alıverir mesela: Bungalov evleri, hobi evleri…

İnsan hayatta her ne olursa olsun ürettiklerini gördükçe boşuna yaşamadığını düşünüp hayata o denli sarılır, yaşadıklarını kabullenir. Özellikle de yaş, 40’ larda ve sonrasındaysa “Üretmek” önemlidir. Bitki yetiştiriciliği de hem doğanın bir parçası olup onunla bütünleştiğini hissettirir insana, hem de “Ben yaptım” duygusunu yaşatır. Mis kokulu domatesi, biberi saksıda da olsa dalından koparıp ekşi soslu salatayla harmanlayıp yemek, insanın doğaya ait olduğunu anımsatırcasına haz verir.

Doğayla bütünleşmek için onu hayal etmek de yetebilir . Unutmayın, bir zamanlar televizyonda sakin duruşuyla manzara resmi çizen “Küçük mutlu ağaçlar çizelim” sözünün sahibi Bob ROSS’ u saatlerce izlemiş insan topluluğu var aranızda. Belki de onlardan birisi de sizsiniz. Gelgelelim ki; yorulmalara dair es’ler bırakan doğa, gerçekte ya da hayalde sizinle, üstelik duygularla harmanlaşmış halde. Yeter ki; onu hissetmek isteyin. Unutmayın, ruhun özgürleşmesi için bir tutam doğa gereklidir. “Into The Wild” filminin sahneleri zihninizde canlansın, hayat koşuşturması içindeyken doğayla bütünleşme arzusu öyle bir büyür ki, her şeyi yok saydırır. Dikkat edin; bu arzu, canlılığı kazanmak için çok şeyi feda etmeyi gerektirebilir. Geç kalmayın !

Hayatınızda doğayı eksik etmediğiniz, onu hissedebildiğiniz anlarınız olsun…

 

Ceren GELMEDİ

MİDDİLLİ ADASI’NI KEŞFE VAR MISINIZ?

Cumartesi sabah 9.30’da Ayvalık’tan kalkan gemi ile Midilli Adası’na geçiyoruz. Cuma gecesi otobüsle İstanbul’dan yola çıktık. Alibeyköy’den 22.30 da kalkan otobüs, 23.30 da Ataşehir’deki otogardan ayrıldı. Epeydir uzun yol otobüslerine binmemiş biri olarak yolcuğumuzun oldukça rahat geçtiğini söyleyebilirim. Zaten yorgundum,yol boyu güzelce uyudum.

Sabah 7.15’ te Ayvalık otogarına vardık. Limanın otogara çok yakın olduğunu öğrendik. Yolun karşısına geçip 200 m. kadar yürüyünce gümrük limanına varılıyor. Gemi biletlerimizi Perşembe günü internetten almıştık. Fakat limana gidince bileti erken almayı gerektirecek bir yoğunluk olmadığını gördük. Genelde insanlar biletlerini gemiye binerken alıyorlar. Midilli’ye iki firma gemi kaldırıyor. Turyol ve Jale Tur. Biz Jale Tur’dan aldık. Fiyatları aynı. Gidiş dönüş 65 TL (internetten alınırsa 60 TL). Dönüş gününü açık tutabilirsiniz. Dönüş için net bir gün belirtmenize gerek yok, biz öyle yaptık. Önce limanın karşısındaki Jale Tur yazıhanesiden biletlerimizi teslim aldık. Sonra kahvaltı için uygun bir yer aradık. Ayvalık merkezine doğru biraz daha yürüyüp askeriyeyi geçtikten sonra bir otel var. Güzel kahvaltısı olduğu anlaşılıyor. Fakat biz gittiğimizde henüz taze ekmek gelmemişti. Beklemek istemedik ve limana geri döndük. Limanda bir kafetarya var. Tost yapıyorlar,ayvalık tostu. Fazla seçenek yok. Tost pek güzel değildi ama idare ettik.

Saat 8.30 civarı pasaportta kuyruk oluşmaya başladı. Biz de sıraya girdik. Yaklaşık yarım saat sonra kontrolden geçmiştik. Gemiye bindik. Gemi dediğime bakmayın, 5-6 aracın sığabileceği ufak bir feribottan sözediyorum. Bizim feribotta 2 araç vardı. Feribot kalktığında saat 10’u geçmişti. Turyol gemisi de aynı saatlerde kalktı. O da İstanbul Boğazında çalışan Turyol motorlarının aynısı. Geminin en üst katına oturduk. Tatlı bir rüzgarla birlikte güneşlenerek Midilli’ye ulaştık. Yolculuk yaklaşık 1,5 saat sürüyor. Adada indiğimiz yerin ismi Mitilini. Adanın dünyaca bilinen asıl ismi ise Lesvos.


Midilli’de tekrar pasaport sırasına girdik. Bu taraf çok yoğundu, işlemler çok yavaştı. Sıkışık ve havasız bir alanda 40 dk kadar bekledik ve nihayet limandan çıktık. Mitilini limanında duty free var fakat sadece adadan çıkarken girebiliyorsunuz, adaya girerken alıverişe izin verilmiyor.

Adada motosiklet kiralamayı planlıyorduk. Kasklarımızı bile yanımızda getirmiştik. Doğrudan araç kiralama ofislerine yöneldik. Limanın çevresinde birçok var. Fakat çok azı motor kiralıyor. Kiralık motorlar da çok küçük ve eski motorlardı. Elle tutulur bir tane Honda innova bulduk. Bize iki motor lazımdı. Diğerleri çoğunlukla oldukça yıpranmış Çin motorlarıydı. Epeyce dolaştıktan sonra araba kiralamaya karar verdik. Günlüğü 38 Euro karşılığında bir Peugeot 207 kiraladık. Gördüğümüz motosikletler için de günlük 18 Euro istiyorlardı.

İlk önce adanın kuzey tarafına gitmeye karar vermiştik. Araç kiraladığımız yerden yol tavsiyesi aldık. Sahil tarafından değil, adanın içinden Kalloni üzerinden geçen yoldan gitmemizi önerdiler. Hedefimiz Molivos. Haritalarda çoğunlukla Mithymna olarak gösteriliyor. Molivos eski, Mithymna yeni ismi. Mithymna ismi cunta döneminde verildiği için halk Molivos ismini kullanmayı tercih ediyormuş. Yollar virajlı ve iniş çıkışlı. Dikkatli kullanmak gerekiyor. Trafik bizdeki gibi sağdan akıyor. Kıbrıs’taki gibi ters bir durum yok. Haftasonu olmasına rağmen yollar gayet sakindi. Haritada görülebileceği gibi adada iki tane iç denize benzer körfez var. Yolda bu iki körfezin de yanından geçtik. Görsel açıdan çok güzel olmakla birlikte yüzmek için pek tavsiye edilmiyorlar. Bataklık gibi çamurluymuş. Tabelaları takip ederek yolları bulmak mümkün. Tabelalarda Yunan harfleri ile birlikte Latin harfleri de kullanılmış. Biz aynı zamanda Google map üzerinden navigasyon da kullandık. Tatil boyunca çok işe yaradı. Ada yolları Google Map’te çok ayrıntılı olarak çizilmiş.


1,5 saat sonra Molivos’a ulaştık. Burası koni gibi bir tepeden denize kadar inen eski bir yerleşim yeri. Tepenin en üstünde heybetli bir kale var. Denizden yukarıda setüstü gibi bir yoldan ilerlerken arabayı parkettik. Otel araştırması için yürüyerek deniz kenarına indik. Yaz mevsiminde deniz tatili için deniz kıyısındaki otellerde kalınmasını tavsiye ederiz.

Molivos’ta iki farklı otelde iki gece kaldık. ilk günkü otelin adı Olive Press Apart Hotel. Eski bir zeytinyağı fabrikasıymış. Deniz gören balkonlu güzel bir odada kahvaltı dahil 60 Euro’ya kaldık (60€ Oda fiyatı,kişibaşı değil). Otelin geniş bir bahçesi, plajı ve havuzu var. Banyosu biraz eskiydi sadece.


İkinci gün bitişikteki Hotel Molyvos’a yerleştik. Burası da deniz kenarında, önünde çam ağaçlarının altında plajı olan bir otel. Fiyatı da aynı,60€. Yalnız,plajda şezlong parası olarak 2,5 € alıyorlar. Bizim pek hoşumuza gitmedi bu durum. İkinci gün kaldığımız Hotel Molyvos önceki otele göre biraz daha modern.

Yemek için limana gidilmesini tavsiye ederiz. Çok güzel tavernalar var. Deniz mahsulü ve Akdeniz mezelerini sevenler için yemekler gerçekten harika. Yediğimiz herşeyi çok beğendik. Sadece Molivos değil adada kaldığımız süre boyunca gittiğimiz her restorandan çok keyifle kalktık. Molivos limanında iki farklı yerde yemek yedik. ilkinin adı Octopus. Buraya bahşiş dahil 50 Euro verdik. Menümüzde Kalamar, ahtapot, yunan salatası, kızarmış peynir, midye,mezeler ve 20 cl ouzo vardı. Diğer yerin ismini hatırlayamadık ama limanın daha içine doğru ilerleyince cilalı ahşaptan masaların olduğu bir cafenin yanındaki meyhane/taverna olarak tarif edebiliriz. Burası önceki yere göre daha güzeldi. 3 amca çok güzel yunan müziği çalıyorlardı. Masamızda hemen hemen aynı şeyler vardı. Bahşiş dahil 40 € verdik.

Molivosta Kaleye doğru çıkan dar sokaklarda, birbiri ile içiçe küçük evlerin arasında gezinmek çok zevkli. Buralarda gezinirken harika bir çınaraltı restoranı ile karşılaştık. Karnımızı doyurmak için oturduk ve adada kaldığımız süre boyunca en lezzetli yemeği yedik. Burayı ara sokaklarda dolaşırken tesadüfen bulduğumuz için tarif etmek zor ama çektiğimiz bir fotoğraftan ismini bulmayı başardık. Tropicana Platanos, Facebook sayfaları da var. Çupra,karides,midye,kalamar,yunan salatası, mezeler,ouzo için 35€ verdik.

 


Otellerin ve plajların olduğu bölgede beach club türü güzel bir yer var. Latin müzikleri eşliğinde dans ediliyor. Hem gündüz hem gece uğradık. Bira içtik,tavla oynadık. Adada her yerde bulunabilen Mythos birasını beğenerek içtik,tavsiye ederiz. Barda küçük biranın fiyatı sanırım 4 euroydu. Marketten 1 € ya 50 cc Mythos alabiliyorsunuz.

Molivos’ta deniz bizim kuzey Ege sahillerine benziyor. Plaj taşlık, deniz soğuk ve pırıl pırıl masmavi.

Üçüncü gün Molivostan ayrıldık. Adanın batısından sahilden güneye doğru ilerlemeye başladık. Önce Petra’ya uğradık. Burası çok tavsiye ediliyor ama bize ilginç gelmedi. Arabadan inmeden devam ettik. Anaxos Skoutarou’ya girdik. Burasını Palamut Bükü’ne çok benzettik. Adaya özel tarihi yerleşim vs. yok. Yolun alt tarafında plaj, üst tarafında pansiyon ve ufak restoranlar var. Deniz ve plaj kumluk.

Adanın en batı burnu Sigri’ye doğru devam ettik. Yollar dağların arasından döne döne inişli tırmanışlı devam ediyor. Sigri’yi tepeden iniliyor. Küçük ve eski bir kasaba. Çok ufak bir limanı var. Yine dar sokaklar,ufak ve şık evler. Hemen hemen hiç turist yoktu. Coğrafi yapısı ilginç, görülebilir. Fakat turistik bir yer değil. Deniz de pek cazip görünmüyordu. Gittiğimiz yolu da gözönüne alırsak değmez diyebiliriz.
Geldiğimiz yolu dağların arasında dolana dolana geri döndük ve güneye doğru devam ettik. Erasos diye bir yer çıktı karşımıza. Saptık içeri. Arabayı kasabanın girişindeki otoparka bıraktık. Otopark parasız. İçeri girince ufacık ama çok çok güzel bir tatil kasabası olduğunu gördük. Deniz kıyısında yani ilk sırada çoğunlukla restoranlar var. Oteller daha çok arka sırada. Yine de deniz kenarında bir otel bulduk. Balkonu denize doğru uzanan güzel ve temiz bir oda. Kasabaya giren yoldan denize doğru inerken sola dönüp en sona kadar yürüyünce deniz kenarındaki otelde kaldık(Surf Hotel). Oda fiyatı 40 €, fakat kahvaltı yok. Ufak ve mütevazi bir aile işletmesi. Oda gayet temizdi. Banyosu temiz ama oldukça basit. Rüzgar poyraz estiği için bu tarafta deniz çok sakindi. Plaj kumluk. Windsurf için çok uygun bir yer, zaten denizde bir sürü surfçü vardı. Otelin tam karşısında 15 dk lık yüzme mesafesinde ufak bir kayalık ada var. Hem görüntüsü hem yüzmesi güzeldi.


Yemek için, kaldığımız otelin tam zıt tarafına yani denize bakarken sağa doğru yürürken en sondaki yeri beğendik.(blue taverna) Bu sefer farklı olarak sardalya yedik, nefisti. Sahibi tam bir adalı, çıplak gezen, sakallı eğlenceli bir adam. Hemen hemen öncekilerle aynı hesabı ödedik. Gece eğlencesi için de sahilde müzikli içkili hoş yerler var. Erasos’u çok sevdik.

 

Sabah Erasostan ayrıldık. Daha güneye, Plomari’ye gitmeye karar verdik. Güneye ulaşmak istememize rağmen körfezi dolaşmamız gerektiği için Kalloniye doğru ilerledik. Kalloni adanın ortasında, yolların birleştiği büyük ve önemli bir yerleşim yeri. İç körfezlerden birisinde denize girilen bir kıyısı da var. Burayı da gördük. Göl kıyısı gibi. Daha çok yazlık evler ve sanırım merkezdekilerin kısa süreli kaçıp konaklaması için havuzlu güzel bir otel var. Kalloni’den güneye indik ve Plomari’ye ulaştık.

Plomari’ye nehir kenarından ilerleyen bir yolu takip ederek varılıyor. Yeşiller içinde serin tatlı bir yol. Plomari daha önce gördüğümüz yerlere göre daha büyük ve kalabalık bir yer. Kış nüfusun da yüksek olduğu anlaşılıyor. Kasabanın Mitilini’ye yakın taraflarında güzel plajlar var. Merkezi kayalık olduğu için denize girmek için pek uygun değil. Plajların olduğu tarafta deniz kenarında bir otel bulduk. Oda fiyatı 35 € verdik. Deniz gayet güzel, plaj ufak yuvarlak çakıl tarzı. Havlu üzerinde yatınca batmayan cinsten. Yemek için çok fazla seçenek var. Kordonda deniz kenarında bir masaya oturduk. Yine benzer bir menüye 35 € verdik. Kaldığımız yerden liman ve kordon bölgesi yürüyerek gidilecek bir mesafe değil, arabayla gittik. Fakat plajların olduğu bölgede de yemek için güzel yerler var. Akdeniz yemeklerinden oluşan günlük menüler çıkarıyorlar.

Plomari ouzo üretimi bakımından Yunanistan’ın en önemli bölgelerinden birisi. Yunanistan’daki ouzo üretiminin 60% ı burada yapılıyormuş. Türklerin en çok tercih ettiği Barbayannis markasının fabrikası Plomari’de. Fabrikanın bir müzesi ve satış mağazası var. Görülmesi gerekir. Adadan ouzo almak için en uygun yer bu fabrikanın satış ofisi. Çünkü hem çeşit fazla hem de fiyatları duty free den ucuz.

Ertesi sabah Ayvalık’a dönmek üzere 9.00 vapuruna yetişmek için Plomari’den ayrıldık. Plomari-Mitilini arası 30-40 dk sürüyor. Mesafe kısa olmasına karşın yollar çok dolambaçlı. Sabah vapurunu kaçırdık. Vapur kalkmadan 1 saat önce limanda olmak gerekiyor. Biz yetişemedik. Vapur henüz kalkmamış olmasına rağmen pasaport gişeleri kapanmıştı. Bir sonraki vapurun kalkacağı saat 18.00 e kadar yeniden araba kiraladık. Yarım günden az olmasına rağmen aynı araba için tekrar 38 € ödedik. Mitilini güzel bir liman şehri. Galiba adadaki en büyük yerleşim yeri. Yolları geniş. Trafik ışıkları, bankalar, fast food restoranlar falan var. Denize girmek için uygun bir yer biz göremedik ama aramadık zaten. Günübirlik gelip burada zaman geçiren birçok kişi olduğunu farkettik. Fakat biz Mitilini’de durmayı tercih etmedik. Tekrar güneye indik. Havaalanını geçtik. Charamida tarafındaki plajlara gittik. Buralarda orman içinde güzel koylar var. Yerleşim ve konaklama yeri görmedik. Sadece çam ormanının içinde bir çadır kampı gördük yoldan geçerken. İçine girmedik ama uzaktan güzel görünüyordu. İki plajdan denize girdik. Haritada ikisi de görünüyor. Plajda küçük büfeler ve ufak tesisler var. Daha uzak olan ikinci koyu çok beğendik. Biraz kalabalıktı ama çam ormanının eteğinde Fethiye koylarına benzeyen güzel bir yerdi.
Beşinci günün sonunda Mitilini’den vapura bindik ve Ayvalık’a döndük. Hava çok rüzgarlı ve deniz çok dalgalı olmasına rağmen yine açıkta oturduk. Gemide çok küçük bir araba alanı ve sadece bir araba vardı.

Adada isteyip de göremediğimiz tek yer Plomari’nin batısında kalan Vatera oldu. Vatera için plajlarının çok güzel olduğu söyleniyor. Burayla ilgili tanıklığa dayalı bir bilgi veremiyoruz maalesef.

İlgilenenler için başta bahsettiğim motosiklet kiralama konusunda ek birşeyler söylenebilir. Mitilini’de kiralayabileceğimiz uygun motor bulamadığımız için araba kiralamıştık. Oysa ki Molivos’a gidince gördük ki çok güzel kiralık motorlar ve ATV’ler vardı. Güzel motordan kastım, 250 cc lik japon scooterlar ve tek silindir japon cross/endurolar. Erasos’ta da durum aynıydı. Bu iki yerleşim yeri de Mitilini’ye göre çok küçük olmasına rağmen motosiklet kiralama olanakları daha yaygın. Motosiklet konusunda ısrarlı olanlar Mitilini’de aradıklarını bulamazlarsa, ada içindeki toplu ulaşım,otobüs vs araçlarla Molivos’a gidip motor kiralayabilirler.

Katkıları için Burcu BAYAR’a teşekkürler

 

Alper MERTOĞLU